KÖLE
Abd, hür olmayan insan, İslâm hukukunda; harbte esir alınıp,
İslâm memleketine getirilen kimse. Kadın olursa câriye denir. Köle
(abd) kelimesi yerine kullanılan başka kelimeler de vardır: Düşman memleketinde
alınan esire rakîk, İslâm ülkesine getirilip gâzilere taksim
edilene,memlûk denir. Abd, bir kimsenin başkasının irâdesi
altında olduğunu da ifâde eder.
Efendisinden bir korkusu, sıkıntısı ve şikâyeti
olmadan, sırf kendi isteğine uyarak itaatten ayrılan köleye, âbık denir.
Âzâd edilen (serbest bırakılan) köleye ise, mevlâ denir. Esasen
mevlâ, efendi mânâsında olup, köle veya câriyenin sahibine denir. Ancak,
âzâddan sonra da âzâd edilen köle ile efendisi arasında velâ (yakınlık) ve
yardımlaşma devam ettiğinden hem efendiye, hem de âzâd ettiği kölesine mevlâ
denmiştir. Hattâ âzâd edilen kölenin işlediği cinayetin diyetini mevlâsı
(efendisi) verir. Yine âzâd edilen köle vefât edip, mîrâscısı yoksa mevlâsı
(efendisi) ona mirasçı olur. Mevlâ kelimesinin çoğulu, Emevîler devrinde, arab
olmayanlar için kullanılmış ve bunlara mevâlî denilmiştir.
Köleliğin târihi çok eskilere dayanır. Bâzı milletler harb
esirlerini işkencelerle öldürür, hiçbirini yaşatmazlardı. İsrâiloğullarında da
durum böyleydi. Eski Mısırlılar köleyi, serveti arttırmaya yarayan bir âlet,
çokluğu ile iftihar edilen bir meta olarak görüyor, diledikleri zaman
öldürebiliyorlardı. Hindlilerde köle, sekiz hattâ on beş yolla, elde
edilebiliyordu. Bunlardan birisi de borcunu ödemeyen kimsenin, alacaklı
tarafından köle yapılabilmesiydi. İran’da ise, halk, dihkân denilen
toprak sahiplerinin elinde köle muamelesi görüyordu. Borçlarını ve şahsî
vergisini ödeyemeyen pek çok köle vardı. Filozoflar da dâhil, Yunanlılar da
kölelerine çok zulmediyorlardı. Köleler onların nazarında eşyadan farksızdı. Aristo
köleyi; “Ruhlu bir âlet, canlı bir meta” diye tarif etmişti. Köle bir suç
işlerse, alnından kızgın bir şişle dağlanırdı. Yunanlılar, harbten başka sahil
memleketlere baskınlar yaparak, köle elde ederlerdi. Bu sebeble, Yunan
sömürgeleri birer esir pazarı kaynağı olmuştu. Romalılarda da köle vardı.
Vücûdlarına ağır demir parçalarını bağlayarak tarla sürmek, ayaklarından asmak,
öldürünceye kadar işkence etmek, Romalıların kölelere tatbik ettikleri
cezalardandı. Hattâ bunlar, başkalarının karısını ve kızını çalarak satarlardı.
Îsâ aleyhisselâmdan sonra bozulan hıristiyanlıkta, erkek ve
kadın kölelerin, efendilerine mutlak itaati emredilmişti. Fakat kölelerin
hukukuna riâyet edilmesine dâir, hükümler konulmamıştı.
İslâmiyet’ten önce, Türklerde kölelik yoktu. Zâten konar
göçer bir millet olmaları, buna müsâid değildi. İnsan hakları gözetilirdi.
Göktürk metinlerinde kul ve câriye tâbirlerine yer verilmekle birlikte,
kendilerinin, birliklerinin bozulmasından istifâde eden Çinliler tarafından
köle ve câriye olarak kullandıkları zikredilmiştir. Daha sonraları kölelik,
Tabgaçlar ile iç-Asya Uygurlarında görülmüştür. Eski asırlarda ise, Doğu Avrupa
Türkleri arasında böyle bir duruma rastlanmaz. Yalnız Kıpçak bozkırlarında bâzı
Türk çocuklarını satın alarak köle ticâreti yapan milletlerin varlığı da bir
gerçektir. Kısaca eski Türk hayâtında kölelik söz konusu değildi.
Ortaçağda, İslâmiyet’in doğduğu sırada, Arab yarımadasında
da kölelik en katı şekli ile devam ediyordu. O zamanki kabîleler, baskınlardan
ibaret olan muhârebelerde, ele geçirdikleri erkekleri köle, kadınları câriye
yapıyor, en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Kölelik, cemiyete mâlolmuş, adetâ
cemiyet hayâtının ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Bu devirde, her millet
karşısındakinin kuvvetini azaltıp, kendisini güçlü hâle getirmek gayreti
içerisinde idi. Müslümanlar da düşmana silâhı ile mukabele etmek durumunda idi.
Yoksa kendi varlığını tehlikeye atmış olurdu. Bunun içindir ki, İslâmiyet,
düşmandan esir almaya izin verdi ve köleliği eşine rastlanmayan bir şekilde
ıslâh etti. Sâdece, İslâmiyet’i ortadan kaldırmak isteyenler ve müslümanlara
hayât hakkı tanımayanlarla yapılan muhârebeden sonra, ele geçirilen gayr-i
müslim esirleri, köle yapmaya izin verdi. Harbde esir alınmayan bir insanı
satmaya ve satın almaya müsâade etmedi. Harb dışındaki köle edinme yollarının
hepsini yasakladı. Harbden önce düşmana müslüman olması teklif edilirdi. Kabul
etmezlerse cizye vermeleri istenirdi. Kabul ettikleri takdirde, hür ve
dinlerinde serbest olurlardı. Bunlara zîmmî (gayr-i müslim vatandaş) denirdi.
Cizye vermeyi kabul etmezlerse, harb edilirdi. Harbin neticesinde ele geçirilen
esirler hakkında devlet başkanı, şu üç husustan birini yapmakta serbestti:
İslâmiyet’e ve müslümanlara zararlarını tamamen ortadan kaldırmak için ya
öldürülürler, (kadınlar ve çocuklar öldürülmez, Müslümanlara köle olarak taksim
edilirdi) veya kötülüklerine mâni olmak ve müslümanların faydalanmaları için
köle yapılırlar, yahut şahıs başına cizye ve topraklarından harac alınıp, hür
ve serbest bırakılırlar, zimmî olurlardı. Esir edildikten sonra müslüman
olurlarsa, katledilmezler, fakat, köle olarak kalırlardı. Esir edilmeden önce
müslüman olurlarsa köle yapılamazlardı. Çünkü müslüman olmaları, köle
yapılmalarına mâni idi. Kâfir esirler ancak ihtiyaç varsa, mal veya müslüman
esirler karşılığında bırakılabilirlerdi. Yoksa fidye ile bırakılmaları caiz
değildi. Kölelerin beşte biri Beyt-ül-mâle ayrıldıktan sonra, geri kalanı
gâziler arasında taksim edilirdi. Taksimden sonra gâzilerin mülkü olurlardı.
Harbte ele geçirilen kadınlar, İslâm ülkesine getirilmedikçe
câriye olmazdı. Efendisinden çocuğu olan câriyeye ümm-i veled denirdi. Câriye
(ümm-i veled de olsa) ve köle, efendilerinin izni ile evlenebilirdi. Ümm-i
veled satılamazdı. Efendi ölünce, câriye ve köle mîras kalırdı; ümm-i veled ve
efendisinden olan çocuğu hür olur, zevcinden olan çocuğu hür olmazdı.
Câriyelerin kıyafetleri, hür kadınlarınkinden farklı idi.
Hür müslüman kadınlar, yüzlerinden ve ellerinden başka her yerini tamamen
örterlerdi. Câriyelerin ise, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını, diz
kapaklarından altını örtmeleri lâzım değildi. Eskiden yalnız câriyeler başları
açık gezerlerdi. Efendi, kölesini ve câriyesini evlendirmeye mecbur değildi.
Fakat gayr-i meşru münâsebetlerde bulunacağından korkulursa, evlendirmeğe veya
satmağa mecburdu. Efendi, kölesinin nafakasını te’min etmekle de mükellefdi.
Yoksa, köle çalışarak nafakasını kazanırdı.
İslâmiyet, harbte alınan esirlerin köle, hizmetçi
yapılmasını mubah kılmakla beraber, onların durumlarını tanzim etti.
Hürriyetlerine kavuşma imkânı verdi. Yemede, içmede, eğitim ve öğretimde köle
ile efendiyi eşit tuttuğu gibi, emirlik (başkanlık) hâriç medenî hakların büyük
bir kısmında onları aynı seviyede tuttu. Onlara iyilikle muamele edilmesini emretti.
Kötülük yapılmasını, şahıslarına karşı işlenen tecâvüzleri, haksız yere
dövülmelerini ve cezalandırılmalarını yasakladı.
Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde Nisa sûresinin otuz altıncı
âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurdu: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiç
bir şeyi ortak koşmayın. Ananıza, babanıza (güzel söz ve fiil
ile), akrabanıza (sıla-i rahîmle), yetimlere (gönüllerini
almakla), fakirlere(sadaka vermekle), akrabanız olan
komşularınıza (şefkat ve merhametle), uzak komşunuza (onlar için
hayır istemek ve zararı gidermekle), dost ve
arkadaşlarınıza (haklarına riâyet etmek ve sevgi
ile), yolcuya (ikrâm etmek ve doyurmakla), ellerinizdeki
kölelere(ve câriyelere yumuşak muamele etmek suretiyle) iyilik ediniz.
Muhakkak ki, Allahü teâlâ (bunlara böyle iyilik etmeyip), kibirlenerek
insanlara (karşı) haksız yere övünenleri sevmez.”
Peygamber efendimiz de buyurdular ki; “Kölelere karşı
iyi davranmak bereket, kötülük yapmak, ise şeamettir(hayır ve bereket
getirmez)” ve “Emri altında bulunanlara kötü davranan Cennet’e
girmez.” Veda hutbesinde beş vakit namazı tavsiye ve emrederken, hemen
ardından kölelere ve emri altında olanlara yiyecek, giyecek ve diğer
ihtiyaçlarında, ihsân, iyilik üzere olunmasını emretmiştir. Son vasiyetlerinden
birinde şunları buyurdu; “Eliniz altında bulunan kimseler hakkında, Allahü
teâlâdan korkunuz! Onlara; yediklerinizden yedirip, giydiklerinizden giydirin!
Dayanamayacakları işleri yaptırmayın! Beğeniyorsanız yanınızda tutun,
beğenmiyorsanız satın! Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına azâb, cefâ
etmeyin! Çünkü Allahü teâlâ onları sizin emrinize verdi. İsteseydi, sizi
onların emrine verirdi. “‘
“Şu iki güçsüz; yâni köle ve kadın hakkında Allah’dan
korkunuz!”
“Kim kölesinin yüzüne bir tokat atsa, veyahut onu döğse,
onun keffâreti köleyi âzâd etmesidir.”
“Sizden biriniz câriyesinin tâlim ve terbiyesine, hayâtına
ve sıhhatine kıymet verir, sonra âzâd edip (serbest bırakıp) nikâh
ederse iki sevâb kazanır. (Bu, âzâd ile nikâh sevabıdır.)”
Yine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kölelerin gönüllerini
hoş ederek; “Köle, Rabbine güzel ibâdet eder, üzerinde hakkı bulunan
efendisine iyi hizmet eder ve itaat ederse iki sevâb kazanır”buyurmuştur.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz köle ve
câriyelerle efendilerinin birbirlerine nasıl hitâb edeceklerini de şöyle beyân
buyurdular: “Sizden hiç biriniz sakın memlûküne, kölem, câriyem diye
seslenmesin. Yiğidim, oğlum, kızım deyiniz. Onlar da size, efendim, velînîmetim
desin.”
Köleler, müslümanlardan gördükleri şefkat, merhamet ve güzel
muamele karşısında, onların yanında kalmayı, kendi ailelerinin yanına gitmeye
tercih ettiler.
Zeyd bin Harise, Peygamber efendimizin kölesi idi. Amcası
ile babası, oğullarının köle olduğunu duymuş, Peygamberimize kadar gelerek;
para, pul ne isterse ödeyeceklerini, onu kendilerine vermesini rica etmişlerdi.
Sevgili Peygamberimiz hiç ücret istememiş, sâdece hazret-i Zeyd bin Hârise’ye,
serbest olduğunu, isterse babası ve amcası ile gidebileceğini bildirmiştir.
Fakat, Zeyd bin Harise, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen, Peygamber
efendimizden ayrılmayacağını bildirdi. Peygamber efendimiz onu âzâd etti ve
Arabların ileri gelenlerinden ve halasının kızı olan Zeyneb ile evlendirdi.
Hattâ onu ve önceki hanımından olan oğlu Üsâme’yi ordu komutanı yaptı. Resûlullah’ın
hazret-i Zeyd’i bâzı seferlerinde kâim-i makam olarak yerine bıraktığını Zührî
(r. aleyh) rivayet etmiştir.
Eshâb-ı kiram da, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın
sallallahü aleyhi ve sellem bu husustaki emir ve tavsiyelerine cân u gönülden
sarıldılar.
Bedr muhârebesinden sonra Resûlullah efendimiz esirleri
Eshâb-ı kiram (r. anhüm) arasında taksim edip; “Bunlara iyi muamele
edin”buyurmuştu. Bedr’de müşriklerin sancakdârı ve bilâhare müslüman olan Ebû
Aziz bin Umeyr der ki: “Ben Ensârdan bir cemâatin arasında bulunuyordum. Beni,
Bedr’den getirdiler. Resûlullah efendimiz bize iyi davranmalarını tavsiye
ettiği için, sabah-akşam yemeklerinde ekmeği ve katığı bana verirler, kendileri
yalnız hurma yerlerdi.”
Hazret-i Ömer Şam’ı fethettiğinde, oraya, girerken bir
kölesi, bir de devesi vardı. Kölesi ile nöbetleşe deveye binerdi. Bâzan kendisi
yürür, devenin yularını çekerdi. Şam’a yaklaştıklarında binme sırası kölede
idi. Yol üzerinde bir nehre rastladılar. Hazret-i Ömer, ayakkabılarını
koltuğunun altına alıp, deveyi çekerek, o suyu geçti. Şam vâlisi olan Ebû
Ubeyde bin Cerrah, onu karşılamak için nehrin kenarına gelmişti. Ebû Ubeyde onu
bu hâlde görüp; “Ey mü’minlerin emîri! Şam’ın ileri gelenleri sizi karşılamaya
geliyorlar. Sizi böyle görürlerse beğenmez ve başka mânâ verirler” deyince,
Ömer (r. anh); “Biz zelil bir kavim idik. Allahü teâlâ, bizi İslâmiyet ile azîz
eylemiş, şereflendirmiştir. Biz, O’nun rızâsını ararız, insanların sözü bizi
bağlamaz. Ne derlerse desinler” buyurdu.
Bir gün hazret-i Osman kölesinin kulağını biraz şiddetle
çekmişti. Sonra pişman oldu. Kölesine; “Ben senin kulağını nasıl çekmişsem sen
de benim kulağımı öyle çek!” buyurdu. Kölenin edebinden yapmak istemediğini
görünce, ısrar etti. Aynısını yaptırıp, onunla helâllaştı.
Hazret-i Ali de; “Benim Rabbim Allah’dır diyen bir insanı
köle edinmekten haya ederim” buyurmuştur. Yine o, farklı fiyatlarda iki kat
elbise alması için kölesine bir kaç dirhem Vermişti. Elbiseleri getirince,
pahalı ve iyi kumaşı köleye verip; “İyisi senin olsun. Çünkü sen gençsin. Ben
artık ihtiyarladım” buyurdu.
Ayrıca İslâmiyet karşılıksız, Allah rızâsı için köle âzâd
etmeyi de teşvik etmiştir. Nitekim Beled sûresinde sekizden on yedinci âyet-i
kerîmeye kadar meâlen şöyle buyrulmaktadır: “O(insan) kendisini hiç
birinin (Allahü teâlânın) görmediğini (yaptığı kötülüklere karşılık
cezalandırmayacağını) mı sanıyor. Biz ona(görecek) iki göz,(kalbine
tercüman olacak) bir dil,(ağzını kapayabileceği, yiyip içmekte yardımcı
olacak) iki dudak vermedik mi?Biz ona (hayır ve şer olmak
üzere) iki de yol gösterdik. Fakat o, akabeyi (sarp
yokuşu) aşamadı. (Malını, kıyamet günü Cehennem üzerindeki kılıçtan
keskin olan sırat köprüsü akabelerini geçmeye yarayacak şeylere harcamayıp,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme düşmanlık ve zarar vermek için
sarfetti.) “Bu akabenin ne olduğunu (ve onun nasıl aşılıp
geçileceğini) sana hangi şey bildirdi?(O akabeyi geçebilmek), köle
âzâd etmek, yahut(şiddetli ihtiyaç ve) açlık gününde akraba, olan bir
yetimi veya (şiddetli ihtiyâcı sebebiyle toprakda sürünen) fakiri
doyurmaktır.(Bundan) sonra (o köle âzâd eden ve fakirleri
doyuranın) mü’minlerden olup, birbirlerine(tâatlere, musîbetlere ve
mâsiyete karşı) sabrı ve (insanlara) merhameti tavsiye
edenlerden olması şarttır.”
Resûlullah efendimiz de hadîs-i şerîfde; “Herhangi bir
müslüman bir müslümanı âzâd ederse, Allahü teâlâ, onun her uzvu karşılığında o
âzâd eden şahsın bir uzvunu ateşten kurtarır”buyurmuştur.
Bunun içindir ki, müslümanlar İslâm’ı kabul edip, zühd ve
takva hâlleri görülen köleleri ekseriyetle âzâd etmişlerdir.
Yine İslâmiyet, köle âzâd etmeye zorlayıcı hükümler de
bildirmiştir. Nitekim bâzı ibâdetlerin keffâretinde köle âzâd etmek, emr
olunmuştur. Meselâ özürsüz orucunu bozanlar keffâret olarak köle âzâd eder.
Köle âzâd edemeyen, ard arda altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra tutmadığı
hergün için birer gün daha tutar. Yine yeminini bozanın keffâret olarak ya köle
âzâd etmesi, yahut zekât alması caiz olan on fakire bütün bedenini örtecek
kadar bir kat çamaşır vermesi veya aç olan on fakiri bir gün iki defa doyurması
îcâbeder.
Ayrıca, efendi, vefâtından sonra kölenin hür olmasını
vasiyet edince, vefâttan sonra köle hür olabiliyordu. Satın alınan ve borcunu
ödeyince âzâd olacak köle (mükâteb), kendilerine zekât verilecek kimselerden
sayıldı. Devlet başkanı veya zekât me’mûru, hürriyetine kavuşması için
efendisiyle mükâtebe yoluyla anlaşma yapmış olan köleye onu kölelikten
kurtaracak kadar zekât malından verirdi. Bu şekilde pek çok köle âzâd
edilmiştir.
Düşmanın yanında bulunan kölelere âzâd edilecekleri vâd
edilmek suretiyle, onların yardımlarında faydalanıldığı da çok olmuştur.
Resûlullah efendimiz Tâif muhasarasında; “Kölelerden kim muhasara altında
bulunan düşmanı bırakıp yanıma gelirse hürdür”buyurmuştu.
Köleler cihâda teşvik maksadıyla da âzâd edilirdi.
Emevîlerin Horasan vâlisi Cüneyd bin Abdurrahmân, Türk hâkânı Şâ’b ile yaptığı
muhârebenin şiddetlendiği sırada; “Harbde kahramanlık gösteren köle hürdür”
diye bağırmıştı. Bunun üzerine köleler, kahramanlıklar göstermiş, harb,
Emevîler tarafından kazanılmıştı. Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki
kölelere, müslüman olurlarsa, âzâd edeceklerini vâdediyorlardı. Böyle pek çok
kimse müslüman olmuştu.
Efendileri kölelere o kadar iyi muamele ederlerdi ki,
kendilerini çocuklarından ayırmazlardı. Köleler de onları babaları gibi
severlerdi. Bu bağlılık, âzâddan sonra da devam ederdi. Harb olduğunda eski
efendilerinin emrinde toplanırlar, seve seve savaşa giderlerdi.
Bunların hepsi kendilerini âzâd edenler hakkında fedây-ı cân
edecek derecede vefâkar, hürmetkar ve fedakar idiler. Emevî devri
kumandanlarından Muhammed Yezîd Mehlebî bir muhârebede bozguna uğrayınca,
âzâdlı kölelerini toplayarak; “Ne dersiniz? Asker dağıldı. Her biri bir tarafa
kaçtı. Allahü teâlânın takdiri yerini buluncaya kadar, kendim bizzat muhârebeye
devam edeceğim. Yanımdan gitmek isteyen gidebilir. Elbette ölmenizi değil,
hayatta kalmanızı isterim” dedi. Âzâdlılar da; “Biz esir idik, sen ise âzâd
ettin. Yokluk içinde iken refaha ve bolluğa kavuşmamıza, itibârımızın artmasına
vesîle oldun. Seni bırakıp gidersek sana karşı nankörlük etmiş oluruz. Senden
sonra yaşasak ne olur” cevâbını verdiler.
Mevâlîn (âzâdlıların) İslâm tarihindeki yeri büyüktür.
Bunlar arasında tefsîr, hadîs, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mütehassıs âlimlerin
yanında; meşhur kumandanlar ve devlet adamları da yetişmiştir.
Bilhassa Hulefâ-i râşidîn (Dört büyük halîfe) devrinde
yapılan fetihlerde bol ganimetler elde ediliyordu. Bu arada, elde edilen
çocuklar arasında zekî olanlar seçilip, müslümanların elinde terbiye edilip
yetiştiriliyordu.
Hâlid bin Velîd (r. anh) Küfe’nin batısında ve Enbâr
yakınlarındaki Aynuttemr kasabasını feth etmişti. Alınan ganimetler arasında
kırk tane kabiliyetli çocuk vardı. Bunları hazret-i Ebû Bekr’e gönderdi. O da
bu çocukları, muhârebede hizmetleri görülenlere dağıttı. Çocuklar, İslâm
terbiyesi üzerine yetiştirilip âzâd edildiler. Daha sonra bunların neslinden
büyük âlimler ve devlet adamları yetişti. Mağrib ve Endülüs fâtihi ve aynı
zamanda Tabiînin büyüklerinden Mûsâ bin Nusayr, yine Tabiînin büyüklerinden ve
rüya tâbiri ilminde mahir büyük âlim Muhammed bin Sîrîn, Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemin mübarek hayatlarını (Sîret-i nebeviyye’yi) ilk yazan
Muhammed bin İshâk onlardandır. İslâm târihinde esir çocuklar hep böyle yetiştirilmiş,
kabiliyetli olanların çok büyük hizmetleri olmuştur.
Erkek köleler askerlik yaparak devlet hizmeti de
görmüşlerdir. Hattâ ilk defa Abbasîler devrinde köle ve âzâdlılardan askerî
birlikler kurulmuştur. Abbasî halîfelerinden Mu’tasım, hilâfet mensuplarını
korumaları için, Semerkand’da 3.000 Türk’den müteşekkil özel muhafız birliği
kurmuştur. Daha sonra bunların soyundan gelenler, Abbasî ordusunda önemli bir
güç teşkil etmişlerdir. Tûlûnoğulları, İhşidler, Sâmânoğulları, Eyyûbîler,
Memlûklüler, Gazneliler, Selçuklular, Endülüs Emevîlerinde de köle askerler
dâima orduda ehemmiyet arzetmişlerdir. Hattâ Eyyûbîler ve Memlûklüler gibi
devletlerin kurucuları menşe îtibâriyle köle idi.
Bilhassa hükümdarların korunmasında faydalanılan köleler,
hükümdarların yakınında vazîfe almışlar, yükselebilmek için hür kimselerden
daha fazla imkâna sâhib olmuşlardır. Devletin idarî kademelerinde önemli
mevkilere gelmişlerdir. Bu şekilde, devletin askerî ve sivil üst kademelerinde
köle ve âzâdlı idarecilerin bulunması, İslâm memleketlerine mahsûs bir
tatbikattır,
Osmanlılarda da yeniçerilerin çekirdeğini, harb esirlerinden
seçilen beşde bir hisse (pençik) teşkil etmekte idi. Zamanla bunların asker
ihtiyâcını karşılamaması üzerine devşirilen gayr-i müslim çocukları, acemi
ocağında terbiye edildikten sonra, yeniçeri ocağına alınmışlardı. Ayrıca pençik
ve devşirmelerden kabiliyetli olanlar, Enderûn’da terbiye edilerek saray
hizmetine alınmışlardır. Bunlar arasında pek çoğu devletin en yüksek
kademelerinde hizmet görmüşler, hattâ sadrâzam olanları bile görülmüştür.
İslâm ülkelerinde erkek ve kadın oluşlarına göre hizmet
sahaları farklı olan kölelerden kadınlar (câriyeler) umumiyetle ev işlerinde,
erkek köleler ise dışarıda efendisi ile birlikte çalışmıştır.
Kölelerin hizmet gördükleri yerlerden birisi de, hükümdar
saraylarıdır. Erkekler, harem kısmı hâriç, sarayın diğer kısımlarının bütün
hizmetlerinde çalışmışlardır. Câriyeler ise, yalnız sarayın harem kısmında
istihdam edilmişlerdir. Câriyelerden, haremde pâdişâh hanımlığı derecesine
kadar yükselenler de olmuştur (Bkz. Câriye, Harem).
İslâm memleketlerinde kölelere yapılan İslâmî ve insanî
muameleye yabancılar bile hayran kalmışlardır. Değişik târihlerde Osmanlı
ülkesine gelen Avrupa’lı seyyahlar bu hususu bizzat görüp, eserlerinde îtirâf
etmişlerdir.
Kânûnî devrinde İstanbul’da harb esîri olarak kalan bir
İspanyol seyyah şöyle demektedir: “Türkler İspanya’da olduğu gibi esirlerin
alınlarını dağlıyarak, damgalamıyorlardı. Böyle yapmak, Türklerde büyük günah
sayılıyordu. Türklerde dört sene kürek çekmek, İspanyol kadırgalarında bir yıl
forsalık yapmakdan iyidir. İspanyol kadırgalarında forsalar bütün yıl kürek
çektikleri hâlde, Türk gemilerinde yalnız yazın kürek çekerlerdi. İspanyol
gemilerinde doyacak kadar peksimet verilmez. Türk gemilerindeki peksimet hem
çok, hem daha kalitelidir. Türkler, inşâatta çalıştırdıkları esirlere ücret
öderler. Bu ücretleri, biriktirerek, fidyesini ödeyen esir serbest bırakılırdı.
Hâlbuki hıristiyan kadırgalardaki Türk esirler pek eziyet çekerlerdi. Türk kadırgalarındaki
forsaların durumu ise gayet iyidir.”
Kânûnî devrinde Türkiye’yi ziyaret eden meşhur seyyah
Fransız Belon da, o zaman Osmanlılarda esirlerin durumunu şöyle anlatmaktadır:
“Türkiye’de esirlere, Avrupa’daki hizmetkârlardan çok iyi bakılmaktadır.
Esirler, efendileri tarafından sevilmekte eşit muamele görmekteydiler. Her
esir, kâdıya müracaat edip, hakkını arayabilirdi. Kâdıları, efendisini
şikâyette bulunan esirlere gayet iyi davranmaktadır. Köle ve câriyelerin bütün
insanî hakları mahfuzdu. Onlara zulmedilmezdi. Avrupa’da bulunan kırbaç cezası
bilinmediği gibi kânunların müeyyidesi ile yasaktı. Esir sahibi, yalnız çocuk
döğer gibi, terbiye maksadiyle yaralamadan tehlikeli bir şeyle vurmadan
döğebilirdi. Aksi hâlde kâdı derhâl müdâhale ederdi.”
1786’da İstanbul’a gelen Venezuellalı İspanyol general
Mrandal da şöyle demektedir: “Bizde olduğu gibi, Türklerde zenci ırka karşı az
da olsa bir nefret yoktur. Bindiğim geminin kaptanı, kölesi ile yemek yiyordu.
Türkler, beyazlara yaptıkları muamelenin aynısını zenci kölelere de yapıyorlar,
bu hususta ayırım yapmıyorlardı.”
1836’da Türkiye’ye gelen mareşal Von Moltke de şunları
yazar: “Köle iyi korunur, fazla çalıştırılmaz, hastalanırsa, tedavisine
ehemmiyet verilirdi. Tarlada çalıştırılmak ve benzeri ağır işler mevzuu bahis
değildir. Avrupalı toprağa bağlı kölelere (serflere) göre çok daha rahat
idiler. Osmanlılarda köleler, evin bir ferdi idi. Ev halkıyla beraber yer,
içer, onlar gibi giyinirdi. Câriyeler de ev işlerinde efendisinin hanımına
yardımcı olurdu. Hemen hepsi belirli bir müddet sonra âzâd edilirken, efendisi
onu evlendirir, ev sahibi yapar ve mutlaka hayat boyu geçimini te’min ederdi.”
Müsteşrik Van Denberg de şöyle demektedir: “İslâmiyet’te
köleler için bir çok hüküm bildirilmiştir. Bunlar, Muhammed sallallahü aleyhi
ve sellem ve O’na tâbi olanların kölelere karşı ne derece yüksek bir insanî his
taşıdıklarını göstermektedir. Medeniyetin öncülüğünü iddia eden milletler,
İslâm’ın köleler hakkındaki hükümlerini, daha, yakın târihlerde tatbik etmeye başladılar.
İslâmiyet köleliği kaldırmadı fakat, kölenin durumunu en güzel şekilde ıslâh
etti. Ona iyi muamele edilmesini emretti.”
Köle ve câriyeler Osmanlı ülkesinde böyle müreffeh, mes’ûd
bir hayat yaşarlarken, hattâ pâdişâhın hanım efendisi, pâdişâh annesi bile
olabilirlerken, Avrupa’da esirler, serfler (toprak ile birlikte alınıp satılan
köleler), hizmetkârlar, hattâ asîl aileden olmayanlar çok kötü şartlar altında
yaşıyorlardı. Bunlara hakaret etmek, dayak atmak, asiller sınıfı için âdet ve
normal bir hak idi. Asillerden başkasının yaşamasının bir ehemmiyeti yoktu.
Elisabeth Bathory altı yüzelli genç kızı hizmetçi olarak kullanmış, sonra da
hepsini işkencelerle öldürtmüştü. Bu cinayeti duyulunca Alman İmparatorluk
adaleti onu yalnız dört yıl hapisle cezâlandırmıştı.
On sekizinci asırda Osmanlı bahriye mektebinde
(Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn) senelerce muallimlik yapan Avrupalı Baron de
Tott da; “îtirâf etmeliyiz ki kölelerine (ve câriyelerine) kötü davrananlar
Avrupalılardır. Osmanlılar ve diğer doğulular (müslümanlar) köle ve câriye
almak için para biriktirirler, biz ise, para biriktirmek için onları satın
alırız” demek suretiyle Avrupalıların esirlerini toprakta çalıştırmak, bâzan da
yüz kızartıcı işlerde çalıştırmak suretiyle para kazandıklarını îmâ eder.
Osmanlılarda ise böyle bir durumla asla karşılaşılmaz.
Avrupa devletleri onları geçim vâsıtası yapmış, bu günkü
makina ve âletleri olmadığı için, bunların yerine kullanmış ve en ağır işlerde
çalıştırmışlar, metro yolları yaptırıp, tüneller açtırmışlardır. On beşinci,
yüzyıl sonunda Amerika keşfedilince, buranın pamuk, kahve, pirinç gibi tabii
kaynaklarından faydalanmak için yerlileri çalıştırmak istediler. Fakat yerliler
buna alışkın olmadıklarından çalıştıramadılar. Bunun üzerine Amerika’daki hıristiyan
papazları, Afrika’dan zenci getirip çalıştırılması için Alman İmparatoru
Şarlken’e teklifte bulundular (1519). Bu teklif kabul edilince, yüzyıllarca
Afrika’dan Amerika’ya köle taşındı. Taşınma sırasında insanlık haysiyetlerine
riâyet edilmedi. Bir kısım Avrupa devletleri de, Afrika’da koloniler kurmak
suretiyle yerli halkı kendi topraklarında çalıştırıp metro tünelleri
açtırdılar. Buraların tabiî kaynaklarını Avrupa’ya naklettiler. Diğer taraftan
Okyanusya kıtasının (Avustralya ve çevresindeki adaların) keşfi, sömürgeci ve
köle ticâretinin başını çeken İngiltere’nin çok işine yaradı. Gerek İngiltere
gerekse diğer sömürgeci Avrupa devletleri, kölelerin sırtından kendi maddeci
medeniyetlerinin, maddî imkânlarını te’min gayreti içerisinde idiler. Nihayet Avrupa’da
Siyah kânunu adı ile köleler hakkında bir kânun çıkarıldı. Fransa’nın 1685
tarihli Siyah kânununa göre, hırsızlık yapan köle öldürülürdü. Efendisinin
evinden kaçtığında, birinci ve ikinci defalarda kulakları kesilir, demirle
dağlanırdı. İngiltere’nin Siyah kânununda ise, efendisinin evinden kaçan köle
öldürüldüğü gibi, Fransa’ya ilim tahsîline gitmeleri da yasaktı. Bu târihlerden
sonra, kölelerin vaziyetini düzeltmek için zaman zaman bâzı devletler
toplandılar. Aslında Avrupalıların bu yöndeki faaliyetleri, daha çok, kötü
muamelelere mâruz kalan kölelerin büyük içtimâi (sosyal) hâdiselere sebeb
olmaları ve bunun Avrupalılara pahalıya mâlolması sebebiyledir. Çeşitli
târihlerde bâzı devletler köleliği kaldırdı. Nihayet 1956 senesinde Birleşmiş
milletlere bağlı bir komisyonun teşebbüsüyle toplanan konferansda, köleliğin,
köle ticâretinin, köleliğe benzer tatbikatların kaldırılmasını şart koşan
anlaşma kabul edildi.
KAYNAKÇA
1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-4, sh. 345
2) Sünen-i İbni Mâce; Zühd; 42
3) En-Nihâye; “Abd” maddesi
4) Lisân-ül-Arab; “Abd” maddesi
5) Sahîh-i Buhârî; “Itk” bahsi.
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 268
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 563, 784
8) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 2
9) Târih-ut-temeddün-il-islâmî; cild-5, sh. 39
10) Târih-ul’Irak-ıl-iktisâdî; sh. 64
11) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh 73
ConversionConversion EmoticonEmoticon