VEHHÂBÎLİK
On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında
ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî
ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin
Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde
Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin
Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik;ona tâbi olanlara
da Vehhâbî adı verilmektedir.
Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri
seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da
tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan
görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin
te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları
yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi
düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı.
1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi
ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed
bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce
ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan
ayrılmış birer müşrik kabûl edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl
olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek
gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı.
Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka
peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve
bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi.
Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.
Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765
seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in
iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara
harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için
adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar.
Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve
adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından
uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların
habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi
Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri,
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine
cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak
müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı
gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti,
Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin
Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz
bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı
köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı.
Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed,
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da
kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar
askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım
yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar
giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen
müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi
olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle
reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât
ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her
tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk
etmeye başlayın” emrini verdi.
Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler
Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân
Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir
mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı
mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan
da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek
gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac
müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir
mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona
karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin
Abdülvehhâb öldü.
Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî
gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve
hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl
etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu,
kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet
âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din
adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle
inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini
anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde
hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.
Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki
taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı.
Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif
kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.
Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a
gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu,
pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş
eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.
Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için
faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul
ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek
öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif
üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından
müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin
Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine
isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı
kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve
Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf
Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi
tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif
Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de
Osmanel-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara
saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip
savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde
karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf
Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim
bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki
kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve
ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için
Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar.
Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de,
düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve
ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.
Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını
öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri
yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu
Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî
kitapları yaktılar.
Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için
şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren
vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın
sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini
bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye
gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri
döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în
Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den
topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.
1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler,
Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e
kadar genişlettiler.
Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda
zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark
hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu.
Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların
Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları,
Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu
sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin
yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı
hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı
vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir
Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu
ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün
sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes
emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan
İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu
Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.
Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce,
yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden,
Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim
paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan
Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve
dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a
yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm
edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi
olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş
oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin
oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı
Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de
mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs
edildi.
Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri
yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i
sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte
kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir
çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu.
Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri
İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı
Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865
senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı.
Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn
adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı
Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik
(tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan
kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura
kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı.
1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı.
1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz
er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd,
1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal
tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz
İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında
Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a
çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr
ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd
ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de
İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce,
Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi.
1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı
Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî
Krallığı olarak değiştirdi.
Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları
şöyle özetlenebilir:
Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı
konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini
muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı;
kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi
müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan,
meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu
öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı
kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî
şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip
cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin
zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım)
dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat
isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ
eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata
girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.
Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at
olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin
iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak
otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını
ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre
sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe
yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe
yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak
ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden
Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk
sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği
inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl
saymışlardır.
“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin
vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri
sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i
Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli
reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından
gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin
Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke
müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde
Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât
etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha
pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da
neşr edilmiştir.
Kaynakça:
1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa,
İstanbul-1296)
2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308
3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.
4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228
5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb,
İstanbul-1988)
6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419
8) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366
10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869
11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441
12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115
13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan,
İstanbul-1976)
14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)
ConversionConversion EmoticonEmoticon