HAREM-İ
HÜMÂYUN
Sarayda; pâdişâhın annesi, hanımları, çocukları, hizmetçi
câriyeler ve hadım ağalarının kaldığı kısım. Asıl adı Dârüsseâdedir. Pâdişâhın
sarayından başka diğer saray ve konaklarda büyükçe, evlerde de küçük odalar
hâlinde kadınlara mahsus harem denen bir kısım vardı. Haremin kelime mânâsı,
girilmesi yasak olan ve saygı duyulan yer demek idi. Bu bölüme yakın akraba
olmayan erkekler giremezdi. Erkeklere âid olan bölüme selâmlık denirdi.
Haremin târihi çok eskilere uzanır. İslâmiyet geldikten sonra
kendine has bir hüviyet kazanan harem, İslâmiyet’in tesettür ve benzeri
emirlerine uygun bir şekil almıştır. Harem, Resûlullah efendimiz ve hulefâ-i
râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ile diğer İslâm
devletleri ve nihayet Osmanlı saraylarında daha teferruatlı ve teşkilâtlı bir
hâle gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların
oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevazı Osmanlı sarayına karşılık,
Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden
sonra ise, bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sahada bir saray
yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı
yapılmıştır. Fetihten sonra Harem, üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe
Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayı’nda idi.
Topkapı Sarayı’nda harem-i hümâyûnun giriş kapısı
Kubbealtı’nın arkasına düşer. Buraya Araba kapısı denir. Kapıdan sonra dolaplı
kubbe denilen yere girilir. Buranın çevresi dolaplarla çevrilidir. Buradan
fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılır. Avlunun
sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardır. Perde kapısından sonra
dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. Haremağalarına mahsus hamam ile
kızlarağası köşkü buradadır. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler,
şehzâdeler mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alır.
Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelmiştir.
Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca
oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup,
yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi. Salon ve
koridorları süslü ve güzel olan Şehzâdeler mektebinin duvarları altın yaldızlı
nakışlarla ve müzeyyen çinilerle kaplı idi.
Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan
kuşhane kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi.
Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun
bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi. Burası Hırka-i saâdet dâiresine
kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler
dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı.
Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem
ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlarlardı.
Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr
sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asma bahçe ve daha bir kaç tane
pâdişâh odası yer alır. Harem-i hümâyûnda ayrıca bir kaç tane de mescid yer
almaktadır.
Netice itibariyle harem; salon, oda, koridor, hol, sofa ve
taşlıkla dolu idi.
Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları,
hânedân üyelerinden bâzı akrabaları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makamı vâlide sultanlıktı.
Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesi idi. Haremde hünkâr sofasından
sonra en geniş dâire de vâlide sultânınki idi. Vâlide sultanın geniş bir câriye
(hizmet gören) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vasıtasıyla idare ederdi.
Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve
sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde vâlide sultandan sonra söz sahibi kadın
efendidir. Osmanlı pâdişâhlarının kadınlarına genel olarak kadın-kadın efendi
denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre
üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla
olurdu. Pâdişâhın hanımlarına on altıncı yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye
başlanmıştır.
Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri hususiyet
arzeder. İlk Osmanlı pâdişâhları, on altıncı asır başlarına kadar, etrafındaki
Anadolu beylerinin, Bizans İmparatoru’nun, Sırp ve Bulgar krallarının
kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissi olmayıp, akrabalık yoluyla
kuvvetlenmek veya mîrâs yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksadlı idi.
Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım’a gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik
topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve ikinci
Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhûrdur. Bunların Sırbistan’daki
Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ,
Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki
siyâsî mes’elelerde çok faydalanmıştır. Bununla beraber on altıncı yüzyıl
ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri
vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdar ve
krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnaları dışında
artık daimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devam etmiştir. İslâm hukukuna
göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdîd, câriyelerle evlilikde
konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep mahdûd
(sınırlı) kalmıştır. Söylendiği gibi pâdişâhlar’ın yüzlerce câriye ile evlilik
yaptığı doğru değildir. Hattâ on altıncı yüzyıl sonuna kadar ömürleri
seferlerde geçen pâdişâhların, normal harem hayâtını yaşayabildikleri bile söylenemez.
Bunlardan başka Pâdişâhların tanınmış ve asîl bir ailenin
kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği
tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya
taşrada akrabasının bulunması mahzurlu idi. Zamanla ana tarafından akrabalar
saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları
yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara
teşebbüs edecekler, neticede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı
hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Pâdişâhların haremdeki diğer aile ferdleri şunlardır:
Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh
kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, hâtûn deniliyordu. Fâtih devrinden sonra
sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe Hadîce, Fatma,
Esma, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce
konulduğu hâlde, kızlarda, isimden sonra konuluyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan
gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine
dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri,
dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merasimle
başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere pâdişâh da katılır ve Besmeleyi bizzat
kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı.
Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları hususunda ehemmiyetle durulurdu.
Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu olan dînî ve dünyevî bilgiler de
öğretilirdi.
Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına
şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek
törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar
okuturdu (Bkz. Şehzâde).
Haremde hizmet veren halk iki gruba ayrılır.
Daha önceki İslâm devletleri saraylarında olduğu gibi,
Osmanlılarda da zenci hadım ağaları vardı. Bunlar harem-i hümâyûn denilen saray
dâiresinin (kadınlar kısmının) hizmet ve muhafazasında bulunurlardı. Bundan
dolayı kendilerine harem ağası denilirdi.
Esir tüccarları; Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar
giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten
sonra; Mısır, İstanbul başta olmak üzere diğer Akdeniz limanlarında satarlardı.
Atâ Efendi, hadım ağalarının harem hizmetine ilk defa ikinci Murâd zamanında
alındığını kaydeder. Bundan sonra hareme alınan zenci hadımlardan bir ocak
kuruldu ve buna ağalar ocağı adı verildi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları
kendilerinden daha büyük zenci hadım ağalarınca sıkı bir disiplin altında
yetiştirilirdi. Enderûn mektebinde olduğu gibi, bunlara İslâmî bilgiler,
sarayın ve haremin usûl ve âdabı, nazarî ve tatbikî olarak öğretilir, saray
kültürü ile yoğrulurlardı.
Belli bir yaşa kadar eğitildikten sonra hadım zenci
çocukları haremdeki şehzâdeler, kadın efendiler ve sultanların hizmetine
verilirler, bunların yanında bir çeşit staj yaparlardı.
Saray dışından evlenen sultanların ve hânedân üyelerinin
saraylarına da hadımağaları bu ocakdan gönderilirdi. Sabah-akşam harem-i
hümâyûn kapılarını kilitlemek, kapıda nöbet beklemek, girip-çıkanları kontrol
etmek, arabalara refakat etmek, doktorlarla beraber girip-çıkmak, hâriçten hiç
kimseyi içeriye bırakmamak hadım ağalarının başlıca görevleri idi.
Harem-i hümâyûna ilk giren zenci ağaları en aşağı ünvânla
hizmete başlarlardı. Sonra sıra ile acemi ağalığı, nöbet kalfası olurlar, daha
sonra ortanca hasıllı veya hasırlı olup, on ikinci hasıllıdan en eskisi terîî
edince yayla başı gulâmı, sonra yeni saray başı kapı gulâmı olurdu. Bunlar bir
takım dereceler daha katettikten sonra, dârüssaâde ağalığına çıkarlardı.
Kızlar ağası diye de bilinen dârüssaâde ağası, Osmanlı
sarayının ve bütün enderûn ve harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü idi. Derece
itibariyle sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonra gelirlerdi. Harem-i hümâyûnun
korunması ve pâdişâhın husûsî hizmetlerine kadar pek çok hizmet görürdü.
1532’ye kadar kızlarağası ak hadım ağalarından seçilirken, bu târihten itibaren
devamlı olarak zenci hadım ağalarından seçildi. Emri altında harem-i hümâyûn
hizmetinde istihdam edilen zenci hadım ağaları vardı. Zenci hadım ağaları
derecelerine göre bâbüsseâde ağasından sonra vâlide sultan ağası, şehzâdelerin
muhafızı olan şehzâdeler ağası, vâlide sultan hazinesiyle onun odasındaki
kadınlara nezâret eden hazinedar ağa ve yine vâlide sultânın şeker, şerbet
vesâiresine bakan kiler ağası, büyük odadaki kadınların nâzırı büyük oda ağası
ve küçük odanın nâzırı küçük oda ağası, kadınlar dâiresinin baş kapıcısı
başkapı ağası gelmektedir.
Bâbüssaâdeyi bekleyen harem ağaları beyaz olup, bunlara ak
hadım ağaları adı verilirdi. 1582 yılına kadar bâbüssaâde ağası bunlardan
seçilirdi. Ak hadım ağaları, Osmanlı sarayına önceleri Macar, Alman ve
Slavlardan getirilen esirlerden alınarak istihdam ediliyordu. Daha sonraları
Gürcü, Ermeni ve Çerkezlerden de satın alınmak yoluyla sağlandı.
Bâbüssaâdeyi bekleyen ak ağaların en önemli görevi;
pâdişâhın mâbeyn dâireleri ile harem dâiresini korumaktı. Bunun için
ilgililerden başka hiç kimseyi bâbüssaâdeden içeri sokmazlardı. Sarayın en iyi
korunan kapısı burası idi. Ak ağalar bâbüssaâdenin karşısında yer alan odada
yatıp kalkarlar ve haremin iç kısmına kat’iyyen sokulmazlardı.
Ak hadım ağaları derecelerine göre sırasıyla; kapı ağası,
saray-ı cedîd ağası, saray kethüdası, başkapı gulâmı, ikinci kapı gulâmı idi.
Ak hadım ağaları arasında dışarı devlet hizmetine çıkarak vezirlik ve
sadrâzamlık eden pek çok kimse vardır. Nitekim Hadım Sinân Paşa, Hadım Ali
Paşa, Hadım Süleymân Paşa ve Hadım Gürcü Mehmed Paşa bunlardandır.
Haremdeki ikinci hizmet grubunu câriyeler meydana
getirmektedir. Câriyeler bilgi, kabiliyet ve belirli vasıfları hâiz olmalarına
göre harem teşkîlâtı içerisinde çeşitli derecelere ve hattâ pâdişâh hanımlığına
kadar yükselebilirdi.
Harem-i hümâyûnda çalışan câriyeler yaptıkları işe göre
isimler alırlardı. Bunlar derecelerine göre şu şekildedir:
Ustalar: Harem teşkilâtında câriyelerin yükselebileceği
en üstün makamdır. Harem-i hümâyûndaki bütün câriyelerin âmiri ve en nüfuzlusu
ise kâhya kadın idi. Bunun amirlik alâmeti olarak elinde gümüş kaplı
bir değnek ile hünkâr dairesindeki muhtelif eşyayı mühürlemek için yanında
mühr-i hümâyûn vardı. Pâdişâhın kadınları bile ona hürmet gösterirlerdi. Kâhya
kadın, kızların terbiyesine ve usûle muhalif bir harekette bulunmamalarına
dikkat eder, kendilerine sarayda nasıl yaşamak lâzım geldiğini ihtar edip
öğretirdi. Kâhya kadının muavinine hazinedar usta derlerdi. Bu usta, hükümdarın
elbiselerine ve harem-i hümâyûn levâzımâtına bakardı.
Ustalar değişik hizmetler görürlerdi. Pâdişâhın sofra
hizmetini görenlere Çâşnigîr usta, çamaşırlarını yıkayanlara çamaşırcı usta,
pâdişâhın eline su döken iprîkdâr, traş takımlarına bakana berber usta,
kahvesini yapana kahveci usta, pâdişâhın kilerine ve kiler takımlarına bakana
kilerci usta denirdi. Hükümdara şerbet ve meyve sunulacağı zaman, bu görevi,
kilerci usta, yardımcıları olan câriyelerle birlikte yapardı.
Bunlardan başka haremin genel hizmetleri ile uğraşan ustalar
da olup, yaptıkları işlere göre isim alırlardı.
Vekil usta: Hazinedar usta adına haremdeki bütün
câriyeleri o idare eder, başlarında bulunup, gerekli emirleri verirdi.
Kethüda usta: Haremin teşrifâtçısıdır. Bayramlarda,
düğünlerde, doğumlarda yapılan bütün merasim ve toplantıları idare ederdi. Bu
sebeple kethüda; câriye ve kalfaların en görgülü ve kabiliyetlileri idiler.
Pâdişâh ve hânedân mensuplarına nasıl muamele edileceğini kethüda usta
öğretirdi.
Hastalar ustası: Haremde hasta câriyelere bakarlardı.
Yardımcıları, hastalar kethüdaları idi.
Kalfalar: Acemilik derecesini bitiren câriyeler kalfa
olurlardı. Makam bakımından ustalardan sonra gelirler. Kalfalar, kabiliyet ve
gerekli vasıfları hâiz olmalarına göre, vâlide sultan, kadın efendi, şehzâde ve
sultanların dâirelerinde hizmet ederlerdi. Eskiliklerine göre büyük, ortanca ve
küçük kalfa olmak üzere üçe ayrılırlardı. Bunlar, bulundukları dâirelerin
işlerini emrindeki kalfalar ve câriyelerle görürlerdi. Ustalar gibi, haremin
genel hizmetlerinde de bulunan kalfaların hemen hepsi okur yazardı. Kalfalar
beraberlerindeki câriyelerle bir haftalık harem nöbeti tutarlardı. Haremin
hünkâr sofasında yatsıdan sabaha kadar oturup, ikişer-üçer bütün dâirelerin
bahçelerini dolaşırlardı. Bunlara nöbetçi kalfalar denirdi. Gece bir kaza ve
hastalık olursa, hemen baş kâtibeye haber verirlerdi. Perşembe günü bütün
dâireleri temizlerlerdi ki buna Perşembe hizmeti denirdi. Cuma günü nöbeti
diğer kalfaya teslim ederlerdi.
Yine bir hafta süre ile aş nöbeti tutarlardı. Her dâirenin
kalfası yanındaki câriyelerle getirilen yemekleri içeriye alırlar ve kurulu
sofralara dağıtırlardı. Sofraları temizleme ve kapları yıkama işi acemi
câriyelere âiddi.
Sarayda temizliğe çok dikkat edilirdi. Her ay başında
haremde genel temizlik yapılırdı. Ortanca kalfadan gençler, bütün sofaları,
koridorları, merdivenleri, hamamları, bodrum katını hep beraber temizlerlerdi.
Her tarafı ve ince Mısır hasırlarını sabun köpüğü serperek temizlerlerdi.
Sarayın en ağır ve zor işlerini, güçlü, kuvvetli oldukları
için zenci câriyeler yaparlardı. Bunlar; sarayın duvarlarını temizlemek,
sofaları silip süpürmek, sofalardaki yastıkları onarmak ve korumak, mangalları
parlatmak ve bakmak, câmilerdeki halı, kilim ve hasırları temizlemek, şerbet ve
pilavın hazırlanmasına yardım etmek gibi işleri yaparlardı.
Haremde diğer kadın hizmetçiler şunlardır:
Ebe:Doğum işlerine bakardı.
Dâye:Pâdişâhın kızlarına veya şehzâdelerine süt emzirmek
için tutulan kadın ve câriyelerden olurdu. Dâyenin asîl ailelerden olmasına
bilhassa dikkat edilirdi. Câriyelerden olanlar ise, umumiyetle kalfa
derecesinde olurlardı. Pâdişâhlar dâyelerine pek hürmet gösterirlerdi.
Dadı:Pâdişâhın çocuklarına bakan câriye ve kadınlardı. Ayşe
Sultan, dadısını şöyle anlatır: “Beni büyük bir îtinâ, şefkat ve muhabbetle
giydirir, her işimi yapardı. Ben de onu öper; “Benim cici dadıcığım” derdim. O
da bana “Bir taneciğim, melek sultânım” derdi” (Bkz. Câriye).
Yabancı erkeklerden sakınmak ve gizlilik esas olduğundan,
mecbur kalmadıkça esas görevliler dışında saray haremlerine kimse alınmazdı.
Saray hekîmi, tâmirâtçı gibi kimselerin dışında, ne sadrâzam, ne vezirler ne
diğer saray personeli, ne de büyükelçiler, Osmanlı sarayı haremine
giremezlerdi. Bunlar ise iş îcâbı girdiklerinde, bina ve mefruşattan başka bir
şey görmezler ve kadınlara asla rastlamazlardı.
Türk ve yabancı devlet adamlarına yemekler, ikrâmlar,
toplantı ve huzura kabuller hep harem dışında olurdu.
Topkapı Sarayı’nın üçüncü yerinde inşâ olunan harem-i
hümâyûn kalın duvarları çevresinde harem ağaları ve diğer ocakların
daireleriyle geçilmesi imkânsız bir bütünlük arz eder. Bu sebeple harem-i
hümâyûnda geçen günlük hayat hakkında bilinenler pek mahdûd ve sınırlı
kalmaktadır. Harem hakkında dışa sızabilecek malûmat harem ağaları veya içerde
yaşıyan kadınlardan elde edilebilir. Fakat târihî hakîkatlerden de anlaşılıyor
ki, ne haremden çıkarılarak evlendirilenler, ne de harem ağaları, haremin
mahremiyetine gömülen haber ve malûmatı dışarıya sızdırmamışlar, görüp işittiklerini
içlerine hapsetmişler ve onlarla birlikte âhirete göçmüşlerdir. Gizli olarak
saraya girebilmek istenirse, Ayasofya tarafından üç, deniz tarafından ise bir
çok has bahçeyi geçmek îcâb ederdi ki, bu da mümkün değildi. Dolayısıyla bâzı
ecnebî ve onların hayranı olan bâzı yerli yazarların haremi gördüm diyerek
kendi şahsî düşünce ve fikirlerini kaleme alarak yazdıkları eserler tamâmiyle
hayâl mahsûlüdür. Çünkü Türkiye’yi ziyaret eden yabancıların çoğunun Türkçe
bilmemeleri azınlıklarla görüşüp onlardan edindikleri bilgileri en ufak tenkid
süzgecinden bile geçirmeden kitaplarına yazmaları onları fahiş hatâlar yapmaya
sürüklemiştir. Değil Türk kadınları, erkekleriyle bile konuşamayan ve
anlaşamayan yabancı seyyah ve ressamların, Osmanlı hakkında verdikleri hükümler
ve yazdıkları kitaplar, o kadar indî ve kafadan yazılmıştır ki, bunları
düzeltmek için düzineler dolusu kitap yazmak îcâb eder. Nitekim ciddî bâzı
batılı tarihçiler dahi saray kapılarının çok sıkı korunduğunu ve kapıdakilerin
haberi olmadan hiç bir kimsenin haremin bulunduğu kısma giremeyeceğini
yazmaktadırlar.
Harem teşkîlâtı içerisinde, pâdişâhın kadın ve kızları,
harem görevlileri ve bunların vazîfeleri, harem-i hümâyûndaki teşrîfât ve
usûlleri ile ilgili bilgiler doğru olarak ancak hânedânın bir nevî husûsî
arşivi olan Topkapı Sarayı Arşivi ile Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelerden
öğrenilebilmektedir. Harem-i hümâyûna âid olarak bu belgelere dayanmayan bütün
bilgiler şüphe ile karşılanmalıdır.
Harem içerisinde görevli olan hadım ağaları belli ölçüler
içerisinde hareket ederlerdi. Bunlar kadın efendi ve kızlarıyla
konuştuklarında, ya kapı aralığından veya araya perde asmak suretiyle görüşmek
zorundaydılar. Kazara sultânın veya kadınların yüzünü açık görseler başlarını
yere eğmek, hareme girerken “Destur” diye bağırmak ve orada bulunan câriyeleri
uyarmak mecbûriyetindeydiler.
Haremde yaşayan kadınların serbest bir şekilde bahçelerde,
mesirelerde eğlenmelerine halvet denirdi. Kapalı havalarda pâdişâh; kadınları,
sultanları ve oğulları ile görüşmek isterse onları dâiresine çağırtır, konuşur
ve görüşürdü. Pâdişâhın aile efradının hepsi veya bir bölümü ile yaptığı bu
toplantıya muhtasar halvet adı verilirdi.
Bir de hasbahçede yapılan halvetler vardı. Pâdişâh halvet
yapılacağını bir hatt-ı hümâyûnla bildirir ve rahatsız edilmemesini emrederdi.
Hasbahçenin bâzı yerlerinde devamlı olarak halvet sokakları ile perdeleri
bulunurdu. Halvet günü üçüncü avlu tamâmiyle boşalır, bahçenin görülebilecek
yerleri halvet bezleri ile örtülürdü. Bahçede kadınların ve câriyelerin
dolaşacağı yollar üzerine ve etrafına çadırlar kurulurdu. Bunlardan başka
oturulacak, namaz kılınacak, eğlenilecek ve yemek yenilecek çadırlar da
kurulurdu. Bu gelenek, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etmiştir.
Baharlarda ve yaz aylarında zaman zaman hasbahçe ve saray
dışındaki gezi yerlerine de gidilirdi. Fakat harem halkı çok kalabalık
olduğundan gruplara ayrılırlar ve gezi yerlerine nöbetleşe giderlerdi. Geziye
çıkılmadan önce gidilecek yerlere çadırlar gönderilirdi. Baş ve ikinci kâtibe, gezintinin
nereye yapılacağını ve hangi câriyelerin bu geziye katılacaklarını haremde îlân
ederlerdi. Herkes en güzel elbiselerini giyer, gidişe hazırlanırdı. Geziye
katılacak kadınlar, sultanlar ondan sonra ustalar, kalfalar ve câriyeler
arabalarına binerler, haremden göç yerine hareket ederlerdi.
Kafilenin önünde ve yanlarında atları üzerinde harem ağaları
bulunurdu. Arabalarının perdeleri yarıya kadar indirilirdi. Kafile ağır bir
yürüyüşle gezi yerine varır, harem halkı arabalarından iner, hazırlanmış olan
çadırlarına girerlerdi. Yeşil renkli çadırların ağaçlar, çiçekler ve
yeşillikler arasında bulunması etrafa ayrı bir görünüş verir, gönüllere
ferahlık getirirdi. Harem burada akşama kadar eğlenir, türlü oyunlar ve
eğlencelerden sonra saraya dönerlerdi.
Haremde dînî günler ve geceler çok değişik bir havada
geçerdi. Ramazandan bir hafta önce hazırlık başlar, temizlik yapılırdı. Ramazân
ayında saray ve haremde yaşıyanların hepsi oruç tutarlar ve hatim indirirlerdi.
Ramazanın ilk gecesi bütün dâirelerin sofalarına kafesler kurulur, seccadeler
yayılır ve topluca namaz kılınırdı. Teravih namazından sahura kadar dâirelerde
türlü eğlence ve sohbetler yapılır, gecenin tatlı geçmesine çalışılırdı.
Sarayın harem dâiresi Ramazan’da adetâ câmi hâline girer, herkes ibâdet ve
tâatle vakit geçirir, vâzlar verilirdi. Akşam topla beraber önce akşam namazı
kılınır, sonra zemzem-i şeriflerle oruç bozulur, çeşit çeşit iftar yemekleri
yenir, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi.
Pâdişâh, devlet erkânını iftara çağırdığı gibi, kadınefendi
ve sultanlar da haremde bulunan öbür kadınları iftara çağırırlardı. Ramazan’ın
on beşinde, başta pâdişâh olmak üzere şehzâdeler, sultanlar, kadınefendiler
ustalar, kalfalar ve câriyeler hırka-i saadet dâirelerini ziyaret ederlerdi.
Kandil ve bayram günlerinde de harem halkının aynı şekilde çeşitli merasimler
tertipledikleri olurdu.
Sâir zamanlarda haremde yaşıyanlar günlerini vazifeleri
dışında ibâdet etmekle ve okumakla geçirirlerdi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kızlarından Ayşe Osmanoğlu,
Hâtıralarım isimli kitabında babasının kendi terbiyeleri üzerinde itinâ ile
durmasını şu sözleriyle ifâde ediyor. Bu ifâdeler aynı zamanda pâdişâhın
haremde kızları ile olan ilgi ve alâkası için de güzel bir nümûne teşkil etmektedir.
“Babam işleri hafif olduğu zaman, haremlerinden ve
kızlarından kimi isterse haber gönderip çağırtır, onlarla görüşürdü. Gerek
haremlerinin, gerekse kızlarının resmî işlere karışmasını asla istemezdi.
Terbiyemiz hususuna pek dikkat ederdi. En küçük kusurlarımızı dahi hoş görmez,
kendisiyle yüz göz etmezdi. Bir kusurumuzu gördüğü, hissettiği zaman bizlere
bir şey söylemez, analarımıza haber gönderirdi. Huzurunda ne suretle
konuşacağımızı, nasıl hareket edeceğimizi biz de pek iyi bilirdik.
Çok sâde giyinmemizi isterdi. Cicili bicili şeyler giymemizi
istemezdi. Yakalarımız hafif açık olabilirdi. Fakat kollarımız tamâmiyle kapalı
idi. El işaretleriyle, yüksek sesle konuşmamızı istemezdi. Dâima sakin ve nâzik
hareketli olmamıza dikkat ederdi. Büyüklerimize, annelerimize, kardeşlerimize,
dâima saygılı davranmamızı, önlerine geçmeyip sıramızı muhafaza etmemizi ister,
şımarıklıktan hiç hoşlanmazdı.
Kimseye “Sen” diye hitap etmediği gibi, câriyelerine bile
“Getiriniz” ve “Götürünüz” gibi nazikâne şekilde emir verirdi. Bizlere ya
“Kızım” veya “Sultan” diye hitâb ederdi. Kadınlarına da pek saygılı muamelede
bulunurdu. “Başkadın” yahut “Baş ikbâl” şeklinde haber gönderir ve çağırırdı.”
KAYNAKÇA
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı (Uzunçarşılı);
sh. 110-150
2) Germiyanoğulları Târihi (M. Ç. Varlık,
Erzurum-1974)
3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 243, 246
4) Harem (Çağatay Uluçay) sh. 13, 20, 25, 41, 58, 67,
75, 148, 150, 162, 163,
5) Babam Abdülhamîd (Ayşe Osmanoğlu); sh. 85, 87, 117
6) Nâimâ Târihi; cild-6, sh. 63, 64
7) Abdurrahmân Şeref, Topkapı Sarayı (T.O.E.M. I,
İstanbul 1329); sh. 465, 475
8) Saray Hâtıraları (Safiye Ünüvar, İstanbul-1964);
sh. 14, 27, 28, 50, 72
9) Târih-i Enderûn (M. Atâ Bey)
10) Hayâtımın Acı ve Tatlı Günleri (Şâdiye Osmanoğlu)
ConversionConversion EmoticonEmoticon